Mısır Firavunu Keops’un diğer firavunlardan ve diğer eskiçağ liderlerinden daha çok tanınmasının sebebi, yaptırdığı piramidin bin yıllarca insanoğlunun yaptığı en yüksek yapı olarak kalması…
Gökyüzüne giden yol ile mimarlık birlikteliğinin yaramaz, zararlı çocukları gökdelenler…
1871’de Chicago’da meydana gelen yangın, elektrikle çalışan asansörün tasarlanması ve çelik çerçevenin gelişmesiyle, gökdelenler günümüzdeki yaşam alanlarını oluşturmaya başladı. Sadece yaşam alanı olmanın dışında toplumsal ve iş yaşantımızı da sürdürdüğümüz akıllı yapılar olarak hızlı bir biçimde çoğalmaya başladı. Günlük yaşantının veya hayatımızın tamamının bu kapalı, yüksek mekanlarda geçtiğinde, neler değişti?
Güvenli, konforlu, modern ve daha rahat bir yaşam sürme gayreti, aslında bize neler kaybettiriyor? Görsel algımıza hitap etmesi, gösterişli olması, ihtiyaçları hızla temin etme gayreti, sosyal statü kriterleri bizim sağlığımızdan önemli mi? Tüm bu soruların cevaplarını genel bir çerçevede neden-sonuç ilişkisini sunarak ifade etmek istiyorum.
“Hasta Bina Sendromu” insanların farkında olmadan yaşam kalitesini nasıl değiştiriyor? Özellikle bundan bahsetmek istiyorum.
10 Ekim 1871’de Bayan O’leary’nin ahırında yangın çıkıyor. Dokuz kilometrelik bir alan yanıyor. 18.000 ev ve işyeri maalesef yok oluyor. Yüz bin kişi evini kaybederken üç yüz kişi hayatını kaybediyor. Müteahhitler, iş adamları, mimar ve mühendisler kentin yangın dolayısıyla boş kalan alanlarını doldurmak için büyük bir mücadeleye giriyorlar. Mimar ve mühendisler bu boşluğu yukarıya doğru doldurmaya, kullanmaya başlıyorlar!
Chicago’da meydana gelen yangın, elektrikle çalışan asansörün tasarlanması ve çelik çerçevenin gelişmesiyle, gökdelenler günümüzdeki yaşam alanlarını oluşturmaya başladı.
Bir grup mimar ve mühendis bir araya gelip şehri yeniden planlayarak, yeni bir yönetmelik çıkarmışlar. Yönetmelikte, yangına dayanıklı malzemeler kullanılma şartı getirilerek, inşa edilecek yeni binalarda tuğla, doğal taş, mermer ve kireçtaşı gibi malzemeler kullanıp, ahşap yapılar yerine yığma yapılar yapmaya karar veriyorlar. O süreçte Amerika’da çelik fiyatları düşerek, endüstriyel seri üretim yaygınlaşmaya başlıyor. İşlenen çeliğe çok güçlü bir kolon-çerçeve şekli veriliyor. Perde duvar olarak bilinen terra kota veya tuğladan yapılmış giydirme cephe pencereden sarkıtılıyor. Pencereler perde duvardaki bölümlere asılıyor…
İlk gökdelen William Le Baron Jenney’in 1884 yılında tasarladığı Home Insurance Building oluyor. İkincisi yine Chicago’da 1889’da Rand McNally binası oluyor. Tamamen çelik çerçeveyle inşa ediliyor. Daniel Bumham, John W. Root, Louis Sullivan William Le Baron Jenney ve Dankmar Adler bu dönemin öne çıkan mimarlarından oluyor.
Türkiye’nin ilk gökdeleni Ankara’nın Kızılay semtinde yer alan, mimar Enver Tokay tarafından yapılmış eksi adıyla Emek İşhanı, bugünkü adıyla Kahramanlar İş Merkezi’dir. 82 metre yüksekliğinde 24 katlı gökdelen, 1965 yılında açılmıştır. Daha sonra Mersin Mertin Binası (1983 – 1987), İzmir Hilton Oteli (1986 – 1991), Sheraton Ankara “A Luxury Collection Hotel” (1988 – 1991), Sabancı Merkezi (1988 -1993), Süzer Plaza Ritz-Carlton (1987 -1998), İş Kuleleri (1995 – 2000) mimari olarak yayılmaya başlamıştır.
Prof. Dr. Orhan Şen, gökdelenler yapılırken şehrin alacağı hâkim rüzgâr yönünün etkilenmeyeceği yerlere yapılması gerektiğini düşünmektedir. Yaşam alanları özellikle iç mekanlar, hayatımızın büyük bir bölümünü geçirdiğimiz alanlar olarak oldukça önemli bir role sahiptir.
Yaşam kalitesinin seviyesini belirlemek ve en yüksek düzeyde uyum sağlayabilmemiz için bu alanların her konuda dikkatli seçilmesi gerekmektedir. Özellikle sağlığımızı, yaşam tempomuzu, üretkenliğimizi, psikolojik ve psikonörolojik durumumuz da dahil olmak üzere olumsuz etkileyen yapılara en iyi örneklerden biridir gökdelenler…
Klima kullanımının artması, global ısınmanın daha çok tercih edilmesi ve filtrelerin düzenli olarak temizlenmemesi, bilgisayar ekranlarından yayılan ozon gibi birçok etmenin yanında, gözlerde, ciltlerde, burun ve boğazda kuruluk, alerjik reaksiyonlara benzer sulanma ve akıntı ve solunum sıkıntıları yarattığı uzmanlar tarafından açıklanmaktadır. Yapılan araştırmalar sonucunda, söz konusu binaların, ayrıca uyku problemi, dikkat dağınıklığı, yorgunluk, başağrısı, depresyon, uyuşukluk, konsantrasyon eksikliği, tat ve koku alma eksikliği gibi birçok şikayetlerin artmasına da neden olduğu saptanmıştır.
Bu şikayetlerin oluşmasına neden olarak, balkon anlayışının olmaması ve pencerelerin tam olarak açılmamalarından dolayı doğal gün ışığından binaların yoksun olması; bireylerin düşünsel ve duygusal düzeyde etkilenmelerini sağlayan, onları güdüleyen, pozitif enerjiler yükleyen renklerin doğru kullanılmaması, mekân içi aydınlatmanın yerinde ve gerektiği biçimde olmaması da irdelenmesi gereken öğeler olarak gösterilmektedir.
Bu bağlamda, yüksek binalarda yaşayan bireylerin kendilerini fiziksel ve psikolojik olarak daha iyi hissetmelerini, olumlu düşünce yapısına sahip olmalarını, kendi iç iletişimlerini ve başkalarıyla iletişimlerini etkili kılmak amacıyla renklerin ve aydınlatmanın doğru kullanımının altını önemle çizmek gerekmektedir.
“Hasta Bina Sendromu” (sick building syndrome)nun insanlarda farklı şikayetlere neden olduğu, bazılarında şikayetlerin çok hafif yaşandığı doktorlar tarafından sıkça aktarılmaktadır. Tarihi sürecinden günümüze gelişim gösteren gökdelenler kent planlaması açısından da önemli bir sorundur. Artan nüfus, saha alanlarının giderek azalması, buna paralel olarak arsa değerlerindeki hızlı artış, trafik problemi, gökdelenlerin tercih edilme nedeni olurken, kentlerin tarihsel kimliğine, hafızasına olumsuz etkisi bir yana, rüzgar sirkülasyonunun binaların duvar etkisi ile kesilerek şehri hava alamaz bir hale getirmesi, güneş ışığının yüksek yapıdan dolayı binaların içine giremiyor olması, bu yüzden iç karartıcı karanlık mekânların oluşumuna meydan vermesi çeşitli fizyolojik ve psikolojik hastalıkların doğmasına sebep olmakta ve bu göz ardı edilmektedir.
Bir kentin silueti, kenti oluşturan binalardan ve o bölgeye ait kültürel kimliklerden meydana gelmektedir. Bu bakımdan şehirler medeniyetlerin yeryüzündeki izlerini ifade etmektedir. Şehirlerin siluetlerine bakıldığında, bir zamanlar orada yaşamış insanların kültürleri, inançları ve dünya görüşleri görülmektedir. Fakat zaman içerisinde yapılan yüksek yapılardan ötürü kentlerin siluetlerinde olumsuz yönde değişiklikler meydana gelmiştir. Bu olumsuzluklar şehrin tarihsel kimliğine zarar verip, kent dokusunu bozarak farklı bir estetik anlayışı getirmeye başlamıştır.
Bu nedenle, yüksek yapıların yasaklanması düşüncesi genel olarak kabul edilen bir anlayış haline gelmiştir. Bu yasaklamanın ilk örneği Washington D.C’de görülmüştür. 1910 yılında yapılan 14 katlı “Cario” apartmanı şehrin siluetini bozmasından dolayı, “Capitol”ün kubbe kasnağından daha yüksek yapılacak yapıların inşaasına yönelik kararlar ilgili merciler tarafından yasaklanmıştır. Başka bir yasaklama ise Paris’in La Defarance bölgesinde getirilmiştir.
Bu bağlamda kentsel dönüşüm projesi kapsamında, kentin tarihsel dokusuna zarar vermemek amacıyla yeni bir mekân yaratılmaya çalışılmıştır. Uzun süren çalışmalar sonucunda tarihi kent merkezi yitirilmeden yeni bir merkez kurulmuş ve bu yeni merkezle eski merkezin arasında bağlantı sağlanmıştır. Tüm bu çabalar sonucu, yüksek yapılar belirli bir bölgede toparlanmış, kentin içine dağıtılmamış ve kentin tarihsel siluetine zarar verilmemiştir. Fakat aynı bölgede yüksek bina yapım kararları da alınmıştır.
Bu yapıya örnek olarak 1964 yılında La Defarance bölgesinde inşa edilen 64 katlı “Montparnasse Binası” Paris’in tarihi dokusu içinde yer alan ilk ve son gökdelen olmuştur. Bu da Paris’in kendi tarihsel kimliğine ne kadar önem verdiğinin bir göstergesi olmuştur. Bir yüksek yapı planlamasında ilk olarak nerede yer alması gerektiği detaylı olarak araştırılmalıdır.
Bu Ağustos’ kapsamda yapı yüksekliğinin kent siluetine olan etkileri tarihi kimliği bozup bozmadığına bakılmalıdır. Eğer yüksek yapı kent kimliğine zarar verip silueti bozuyorsa buna karşı ciddi bir tavır sergilenmelidir.
Yüksek yapıların yapılacağı bölgedeki az katlı ve belirli bir kimliği olmayan yapılarında, kent siluetini her bakımdan daha fazla etkilediği de kaçınılmaz bir gerçektir. En önemli konulardan ve tehlikelerden biri ise yangın problemidir. Devasa yükseklikteki gökdelenlerden insanları kısa sürede tahliye etmek bir hayli zordur. Binaların boyu her ne kadar yüksek ise kişilerin güvenli olabilmesi için katedecekleri mesafe de o kadar uzun olacaktır (URL – 122).
Literatürlere bakıldığında 30 metreden sonraki yapılara yüksek yapı denilmesinin asıl nedeni, binaya dış taraftan müdahale edecek olan itfaiye merdivenlerinin yüksekliğinin en fazla 30 metre oluşundandır.
Dünya’nın en yüksek merdiveninin bile ancak en dik konumda iken 60 metreyi bulduğu da bilinmektedir. Bu sebepten ötürü o kadar yükseklikteki bir merdivenin gerek rüzgardan sallanması gerekse de tam dik açılamamasından dolayı en uygun yangın söndürme yüksekliğinin binalarda 30 metrenin altı olarak kabul görmüştür. (URL – 123).
Yüksek binalar çok katlı olduğundan yangınla ilgili her türlü önlemin alınması gerekmektedir. Bunların en başında ana binaya ulaşım yollarının en az 10 metre olması, kullanılan yapı malzemelerinin dayanıklılığının en az 90 dakikaya kadar dayanması, diğer bir taraftan yüksekliği 60 metreyi geçen binalarda ise 120 dakikaya kadar dayanaklı olan malzemelerden seçilmesi, binanın içindeki yangın merdiveninde hiçbir şekilde yanıcı madde kullanılmaması, yangın merdivenlerinin korunmuş mekanlara açılması ve bu açılan kapıların genişliğinin de en az 120 cm olması gerekmektedir.
Ayrıca yangın çıkışını bütün bina içerisinde işaretlemek ve bu kaçış yollarının üzerinde insan ve yük asansörlerinin bulunmaması gerekmektedir. (URL – 124).
Örneğin Abu Dabi’deki Dünya’nın en yüksek binası olan Burj Halife’de toplamda 9 tane olan sığınma odaları her 30 katta bir olmak üzere planlanmıştır. Güçlendirilmiş betonla çerçevelenen ve yanmaz levha ile kaplanan bu odalar yangın alevlerine 2 saat kadar dayanabilmektedir. Binada odaların içine yangına dayanıklı borular ile temiz hava aktarılmakta olup, sığınak odalarına erişim sırasında insanların dumandan etkilenmemesi için önceden devreye giren bir alarm sistemi ile erişim yollarında bulunan menfezler sayesinde yangına dayanıklı borular ile temiz hava aktarılarak yolların dumandan temizlenilmesi sağlanmaktadır.
Metereoloji mühendisi Prof. Dr. Orhan Şen büyük şehirlerin kent merkezlerindeki sıcaklıkların kırsal kesimlerden daha sıcak olduğunu ve bunun nedeninin gökdelenler olduğunu söylemektedir. Yeşil alanların yok olmasıyla beraber betonlaşmanın arttığını, güneşten gelen radyasyonun binalarda kullanılan cam malzemeler ile çevreye geri yansıtıldığını, aynı zamanda diğer yapı malzemelerinin de ısı kaynağı olduğunu ve etrafa ciddi oranda radyasyon yaydığını da belirtmektedir.
Bunun yanı sıra Şen, gökdelenler yapılırken şehrin alacağı hâkim rüzgâr yönünün etkilenmeyeceği yerlere yapılması gerektiğini düşünmektedir. İstanbul’da bilimsel verilere göre rol oynayan iki ana rüzgâr mevcuttur. Bunlardan bir tanesi kuzeydoğudan esen poyraz, bir diğeri de güneybatıdan esen lodos rüzgarıdır.
İstanbul’un şu anki siluetine bakacak olursak Maslak ve Zincirlikuyu rafında bir duvar gibi sıralanmış olan yüksek yapılar kuzeydoğudan esen sert ve serin rüzgarları keserek rüzgârın şehrin içine kadar girmesini engellemektedirler.
Eskiden Maslak ilçesi yüksekliği sebebiyle İstanbul’un en çok kar yağışı alan yerlerinden birisi iken şu anda tam tersi bir durumla karşılaşılmaktadır. Neden olarak da dengesiz yerleşen gökdelenlerin rüzgâr sirkülasyonunu engellemesinden ötürü olduğu düşünülmektedir.
Kilyos ve Sarıyer gibi lokasyonlarda ise rüzgâr yaklaşık 40 km hızla eserken Mecidiyeköy’de ise 10 km kadar düştüğü görülmektedir. Rüzgârın hızının kesilmesi de hava sirkülasyonunu engellediğinden şehrin içinde hava bunaltıcı bir etki yaratarak sıcaklığın düşmesini engellemektedir.
İstanbul’da rüzgâr yönüne dikkat edilmeden yapılan yüksek yapılar hem rüzgâr yönünü kesmekte hem de arka taraflarında kalan binalar için yukarıdan aşağıya doğru gelen bir hava akımına sebep olmaktadırlar.
Gökdelenlerin arkasında kalan zayıf rüzgâr ev, işyerleri ve trafik gibi faktörlerden meydana gelen kirli havayı geniş bir alana yayıp önemli derecede hava kirliliğine neden olmaktadır.
İnsanoğlunun yüksek binalar inşa etme arzusu yeni değil. Yüksek yapılar, çok eskiden beri güç ve zenginlik göstergesi olmuş. Mısır Firavunu Keops’un diğer firavunlardan ve diğer eskiçağ liderlerinden daha çok tanınmasının sebebi, yaptırdığı piramidin bin yıllarca insanoğlunun yaptığı en yüksek yapı olarak kalması…
Gökdelenler arasında yaşamımızın sıkışmadığı, güneşimizin kesilmediği, kedilerin dolaştığı bahçeli evlerin yok olmadığı, karanlık taş gölgelere hapsedilmediğimiz, penceremizi açıp gökyüzüne engelsiz baktığımız ve başımızı göğe erdirmek isterken ruhumuzu çukura gömmediğimiz mimarlık sanatını yaşamak dileğiyle…
Kaynakça
Modern Yaşamın Göstergelerinden Yüksek Binalarda Renk – Işık Faktörü Bağlamında “Hasta Bina Sendromu” Ve İletişimsel Boyutta Etkileri – Işıl Zeybek Herkes İçin Mimarlık- Nicole Bridge Üdürgücü, A. 2010,- Yüksek Yapılar İçin Karar Verme Rehberinin Oluşturulması, Yüksek Lisans Tezi Yüksek Yapıların Avantajlarının ve Dezavantajlarının İstanbul Örneği Üzerinde İrdelenmesi- Yüksek Lisans Tezi, Mimar Naz Katırcıoğlu Bilim Teknik – TÜBİTAK
Meral Akçay – Bilim ve Ütopya
İzmir’e göç artıyor, konut fiyatları yükseliyor